1-8 Kasım tarihlerinde KiGA (Kreuzberg Antisemitizm Karşıtı Girişim) ve Toplum Gönüllüleri Vakfı’yla ortak yürüttüğümüz ‘Commitment Without Borders’ projesi kapsamında Berlin’de antisemitizm ve Holokost alanlarında pedagojik çalışmalar yapan kurumları ziyaret ettik. Projenin sonraki aşamalarında Türkiye’ye yönelik Holokost ve antisemitizm üzerine bir eğitim rehberi oluşturmayı planlıyoruz. Ziyarete katılan 12 uzmandan biri olan Rita Ender’in KiGA’daki uzmanlarla yaptığı, Şalom’da yayımlanan söyleşiyi paylaşıyoruz.
1931 yılında Viyana Hahambaşısı David Feuchtwang’a yazdığı mektupta şöyle söylemişti Freud:
“Ruhumun derinliklerinde bir yerde, kalbimin kuytu bir köşesinde fanatik bir Yahudi olduğumu hissediyorum. Önyargısız ve tarafsız olma yolunda gösterdiğim tüm çabalara rağmen, kendimi bu şekilde yakalamam doğrusu beni çok şaşırttı. Bu yaşa gelmişken buna karşı ne yapabilirim ki?”(1)
Bazıları için işte böyle, ‘bir kendine yakalanma hali’dir Yahudilik. Yani bir ruh halidir ve bu ruh halinin içinde kalmanın en önemli sebeplerinden biri, antisemitizmdir. Şüphesiz.
Şüphe götüren, bir ruh hastalığı olarak da tanımlanabilecek antisemitizm ve özellikle antisemitizmi önlemek üzerine nasıl çalışılması gerektiğidir. Bugün Almanya’da, biraz da devlet politikası gereği, bu konu üzerine çok sayıda pedagojik çalışmalar yapılıyor. On senedir bu alanda çalışan Kreuzberg Antisemitizm Karşıtı İnisiyatif – KIgA çalışanları Aycan Demirel, Eren Yetkin ve Beate Klammt ile KIgA ve antisemitizm eğitim çalışmaları üzerine söyleştik…
KIgA’nın nasıl bir kurum olduğu ile söze başlayalım mı? KIgA’da bugüne kadar antisemitizm üzerine ne gibi çalışmalar yapıldı, yapılıyor?
Aycan Demirel: KIgA yani Kreuzberg Antisemitizm Karşıtı İnisiyatif, on sene önce, Kreuzberg’te (Berlin) yaşayan ve bir kısmı da gençlik eğitimi alanında çalışanların kurduğu, kamu yararına çalışan bir dernek. Kuruluşumuzun Türkiye’deki gelişmelerle yakın bir ilişkisi var. Aslında kurucu ekibi bir araya getiren, ekibin dernek kurulmadan önce yaptığı en önemli etkinliklerden biri, bugünlerde 11. yıldönümünü yaşadığımız İstanbul’daki sinagoglara yapılan terör saldırılarını kınayan ve Türkiye’deki Yahudi cemaati ile dayanışmada bulunan bir miting düzenlemekti. Daha sonra pedagojik alana yoğunlaştık. Kuruluşumuzdan bu yana inisiyatifimizi, diğerlerinden farklı kılan ve öyle algılanmamızı sağlayan en önemli öğe, göçmen toplumunun içinden gelen insanların çalışmadaki yoğun katılımı ve bunun beraberinde getirdiği tecrübeler ve duyarlılıklar. Çıkış noktamız, Almanya’nın bir göç toplumu olması ve bizim göç süreçleriyle değişen topluma pozitif bakan bir perspektifimizin olmasıyla, bu perspektifin, hem pedagojik çalışmalarımızda hem de medya, siyaset ve kamuoyuna yönelik yaptığımız işlerde belirleyici olması. Geçirdiğimiz on yıllık süre zarfında bu bakış açısından antisemitizm önleyici eğitim çalışmalarını odağa alan birçok proje geliştirildi ve yürütüldü.
Ne gibi projeler, somut çalışmalar yapıyorsunuz?
AD: Pedagojik metotlar ve materyaller üretiyoruz. Lise ve dengi okullarda, tarih, politika ve benzeri sosyal derslerde yararlanılabilecek birçok eğitim metodu oluşturduk. Öğretmenlere ve gençlik alanında çalışanlara, konuya duyarlılık oluşturmaya yönelik ya da öğrencilerle veya gençlerle nasıl çalışılabileceğini gösteren seminerler sunuyoruz. Antisemitizme ilişkin kamuoyunda ve de daha önemlisi akademik ve pedagojik alanlarda yürütülen tartışmalara düzenlediğimiz konferans ve toplantılarla katılıyoruz. Antisemitizm ve eğitim konusuna ilişkin tartışmalara katkılarımızı son yıllarda artan bir şekilde yayınladığımız, analitik incelemeleri, proje tecrübelerini, eğitim materyallerini içeren kitap ve broşürlerle sürdürüyoruz. Bunun yanında okullara, gençlik projelerine, kamu kuruluşlarına ve sivil topluma yönelik danışmanlık hizmetleri veriyoruz. Ayrıca ben 2009’dan beri Almanya Fedaral Parlamentosu’nun (Bundestag) oluşturduğu Antisemitizmle Mücadele Bağımsız Uzmanlar Komisyonu’nun üyesiyim.
Bu çalışmalar yapılırken, antisemitizm eğitiminde dikkate alınan temel noktalar neler? Bu alanda gençlere bilgi aktarılırken hangi konulara değiniyorsunuz?
AD: Öncelikle şunu bilmek önemli. Bizim yaptığımız preventif (önleyici) bir çalışma. Yani fenomen oluşmadan onu önlemeye yönelik bir çalışma. Örneğin okullarda 15-19 yaş arası öğrencilerle çalışıyoruz ve o yaş dilimindeki gençlerde, ideoloji olarak oturmuş antisemit bir dünya görüşü yok. Çeşitli kanallarla ‘öğrenilen’ bazı Yahudi karşıtı söylem ve anlamlandırmalar var. Biz, bu tip algıların ideolojik bir dünya görüşüne dönüşmesine engel olmayı amaçlayan bir çalışma yapıyoruz. Bir sınıfla veya bir gençlik grubuyla çalışmak için bir araya gelince, içinde konuya çok farklı düzeylerde ‘bulaşmış’ ya da hiç önyargısı olmayan, konuya duyarlı bireylerle karşılaşıyoruz. Yani çıkış noktamız şu değil; “Çalıştığımız gençler antisemit, biz de onları dönüştürüp, doğru düşünmeye sevk etmeliyiz.” Gençleri, ciddiye aldığımızı, onların düşünce ve tecrübelerine değer verdiğimizi onlarla paylaşıp, kendilerini rahat ve özgür hissetmelerini sağlamak çalışmanın en temel yanı. Gençlerde, Yahudilere ilişkin, İsrail’in politikalarına ilişkin eleştirilerin Almanya’da ifade edilemediğine yönelik bir algı var. Aslında sadece gençlerde barınmıyor bu algı. Zor ve karmaşık bir konu…
Bu konuya temas eden gençlerde nasıl tepkiler gözlemliyorsunuz?
Eren Yetkin: Genel anlamda ayrımcı söylemlerin gençler arasında dolaşımda olduğu ve bunların ‘cool’ olarak nitelendirildiği bir gerçek. Ancak ‘antisemit’, ‘ırkçı’ ya da ‘homofobik’ gibi yaftalamalar yapılırken çok hızlı davranılabiliyor. Gençler tarafından sıkça dile getirilen bazı Yahudi ve İsrail düşmanı söylemler, öğretmenleri kızdırmak, onları provoke etmek için ve sınırları denemek için başvurulan en uygun yollardan biri aynı zamanda. Bunu da unutmamak gerek. Benim gözlemlerim, gençlerin belli başlı konularda bilgi ve tartışma eksikliği içinde öğrenciliklerini geçirdiğini söylüyor. Aynı şekilde öğretmenlerin de bilgi (ve hatta motivasyon) eksikliğini belirtmek sanırım burada yerinde olur. Tartışmaya ve birbirinden öğrenmeye yönelik olan motivasyon geliştirilebilir. Bunu sağladığınız zaman, gençler de birlikte çalışmaya başlıyor. Her şeyden önce farklı bir konuyla ve farklı bir gözle sınıfa giren insanlar var onlar için. Düşüncelerin genel çerçevesini, “Bu insanlar seni, beni farklı kriterlere ve not sistemine göre değerlendirmeyecek” ve “Benim sözüm değerli” gibi öğeler oluşturuyor. Nasıl gençlerin geldiği çevre ve ortam çeşitliyse, içerikle ilgili tepkiler de o denli çeşitli. Benim en değerli bulduğum örneklerden birisi, antisemitizmin siyasi hedefler doğrultusunda kullanıldığını detaylıca gördüklerinde ya da politik kararların – özellikle de Ortadoğu’dakilerin – alınmasındaki zorlukları deneyimlediklerinde, problemlerin bir zümrenin söylediğiyle, baskısıyla çözülemeyeceğini fark etmeleri. Bu farkındalık insanın kendi düşünceleriyle ve önyargılarıyla yüzleşmesiyle devam ediyor. Elbette, bu yüzleşme er ya da geç, bu tip atölyelere katılmayanlarda da yaşanabilmekte.
Yüzleşme meselesinde yapılan çalışmalar anlamında da, Almanya’nın antisemitizm konusuna özel bir yaklaşımı olduğunu, diğer ülkelerden farkı bir tavrı olduğunu düşünüyor musunuz?
Beate Klammt: Kanımca Almanya’nın antisemitizme karşı diğer ülkelere nazaran farklı bir yaklaşımı var. Bu farklılığı bir taraftan Almanya’nın tarihi rolü bağlamında görüyorum. Bu, antisemitizm ve Holokost arasındaki güçlü bağın Almanya’daki eğitim çalışmalarına aksetmesi şeklinde açıklanabilir. Öte taraftan, öğrenci gruplarının beklentisi ve öngörülerinde de farklılıklar var. Bu iki düzlemde, öncelikle ulus devlet ve vatandaşlık anlayışı kritik bir katkı sunuyor. Eğitim çalışmalarında, ‘göç kökenli’ gençlerin bilgi aktarımında özel bir hitabete ihtiyaç duyduğu algısından çok kereler yola çıkıldı. Misal, “Holokost onların tarihi değil ve bu sebeple de bu konuların çalışılmasına ilgileri yok” denilirdi. Müslüman ve göçmen kökenliliğin ya da Ortadoğu ile olan ailevi bağın, varsayılan bağlantılı antisemitizme doğrudan kılıf olarak sunulması da bunun gibi başka bir örnektir. Bu yargı, ikinci düzlemde Almanya’nın ulus anlayışını ortaya koyuyor. Gençler hakkında yapılan yaftalamalar, onların Alman toplumunun parçası olarak kabullenilmeyişlerini de göstermekte. 2000’deki vatandaşlık yasalarında yapılan tereddütlü değişiklikler de Almanya’da yaşayan insanların Almanya’ya aidiyetlerine olan anlayışta temel bir şey değiştirmedi.
Bütün bu çalışmaları kim finanse ediyor?
AD: Finansmanın neredeyse tamamı kamu fonlarından ve vakıflarından karşılanıyor. Antisemitizmle mücadele alanında son on yılın en çok ilgi ve beğeni toplayan; bu yüzden de ulusal ve uluslararası birçok ödül alan bir dernek olmamıza rağmen, maalesef kalıcı ve güvenli bir finansman yaratamadık. Kuruluşumuzdan beri en büyük sorunumuz bu aslında. Mesela bu yıl neredeyse hiç finansman bulamadık. Ancak bağış ve ödül paralarıyla kira ve benzeri sabit giderlerimizi ödeyebildik. Tüm çalışmalarımızı sadece proje bazında finanse ettirebiliyoruz. Yani onca başarılı projeye ve maalesef çalışmalarımıza olan azalmayan ihtiyaçlara rağmen, ne federal bütçeden, ne de eyalet bütçesinden kurumsal bir maddi destek bulamıyoruz. Herkesin aklında şöyle bir algı var; “Almanya’da bu çalışmalar için para bulmak hiç sorun olmaz.” Ne yazık ki gerçek hiç de öyle değil. Tabii ki, tarihten kaynaklanan sorumlulukların sonucu bir duyarlılık var, o yüzden bu tür çalışmaları da destekleyen kamu fonları mevcut. Ama ayrılan bütçe, ihtiyacın çok çok altında.
Rita Ender / Şalom, 26 Kasım 2014
(1) Emanuel Rice, Freud and Moses: The Long Journey Home, State University of New York Press, 1990, s25